19 Şubat 2008 Salı

Mimarlık Ortamında Kamusal Bulanıklık

Kamusal alan, kamusal mekan, bu mekanların üretiminde güdülen ideoloji, başta mimarlar olmak üzere herkesin imar faaliyetleri ve mimarlık üzerindeki kafa karışıklığı, kısaca kamusal bir kakofoniden söz etmek mümkün bu aralar.

“Kamusal Alan” kavramı Türkiye’de gündelik konuşma dilimize yerleşeli çok olmadı, en fazla on yıllık geçmişi vardır. Genellikle Türkçe’de birbirleri yerine kullanılmaya meyilli olduğumuz kamusal alan ve kamusal mekan terimleri aslında özünde Habermas’ın İngilizceye Public Sphere olarak çevrilen Öffentlichkeit kavramı ile ilişkilidir. Türkçe’de ise ‘Kamu’ kelimesi genelde Devlet ile ilişkilendirilmiştir. Meral Özbek’in ifadesi ile [1] “… gündelik konuşmada ‘kamu’ dendiğinde hemen devlet gelir aklımıza; devlet idaresi, organları, kuruluşları, görevlileri ya da etkinlikleri gibi şeyleri, devlete ait ya da devlet kontrolünde yürütülen resmi bir alanı kastederiz. Halbuki, Habermas’ın dediği gibi, kamusal alan herşeyden önce toplumsal yaşamımızda kamuoyunun içinde oluştuğu alandır.”

Özbek, kamusal alan kavramının, Türkiye’de devletle kurulan ilişkisindeki çarpıklığa şu sözlere dikkat çeker: “… eğer bugün devlet etkinlikleri ve makamlarına ‘kamu-sal’ sıfatı ekleniyorsa, bu, modern devletin ‘hukukun üstünlüğü’ ilkesine bağlanmışlık gereğini ve 19.yüzyılın ortalarından itibaren toplumsal mücadeleler sonucu kazanılan politik ve sosyo-ekonomik haklara binaen devlet erkinin halkın yararına (kamu yararına) üstlendiği toplumsal görevleri olduğunu kastedmek ya da bundan bir meşruluk ummak içindir, başka bir şey için değil… Bu yüzden, devlet gücünün kullanıldığı kurumsal yerleri kastederken ‘kamu erkinin(otoritesinin) alanı’ kavramını kullanıp; ‘(politik) kamusal alan’ kavramını ise, toplumdaki ‘demokratik katılım ve eleştirel söylem alanı’ olarak kullanmak yerinde olacaktır.” ve Habermas’ın, kamusal alan kavramının devletle olan ilişkisindeki yanlış anlamaya karşı söylediği şu sözleri ilave eder: “Her ne kadar sözün gelişi olarak devlet otoritesi için kamusal alanın yürütücüsü deniyor olsa da, devlet aslında kamusal alanın bir parçası değildir. Kuşkusuz devlet otoritesi genellikle ‘kamu’ otoritesi olarak ele alınır; ama bu kabul, kamusal alanın özelliğinden, yani devletin tüm yurttaşlarının selametiyle ilgilenmesi görevinden türetilmiştir.”

Kamusal Alanın Görüntü Ajanları
Modernleşme tamamlanmamış, sürekli kendini eleştiren ve değiştiren bir proje olarak hala geçerliliğini koruyan bir ideoloji. Modern toplumlar, modernliğin eleştirisi ile birlikte kendi hatalarını da dönüştürücü bir unsur olarak kullanmaktadırlar. Bu yüzden çevrecilik, feminizm, post-modernizm, küreselleşme karşıtlığı, insan hakları hep modernleşme projesi içinden modernleşmenin hataları yüzünden doğmuş ve yine modernleşmeyi zenginleştiren tartışmaları olmuştur. Nilüfer Göle’nin de tespitini yaptığı şekilde, modernleşmeyi bu şekilde benimseyemeyen özellikle Batı dışı toplumlarda modernliğin eleştirisini üretmek yerine modernliğin ya tümden red eddilmesi, inkar edilmesi ya da körlemesine ancak sadece görüntüleri ile sahiplenilmesi söz konusu oldu. Türkiye’de de durum çok farklı değil. Sürekli bir sarkaç gibi iki uç arasında hareket eden bu gerilimle doğan Türkiye’nin şansı, bu gerilimleri kendi modernleşmesini zenginleştirici bir araç olarak kullanıp kullanamamasına bağlı.

Modernleşmeyi dikey olarak üstten ve alttan gelen tepkiler arasindaki gerilimler ve düzenlemelerle birlikte yaşamaya başlayan Türkiye’de, modernleşme çabasının görünür olduğu en önemli mecra hep kadın olmuştu. Cumhuriyet’in ilk yıllarında özgür, bağımsız, sosyalleşme becerilerini sonuna kadar kullanan, dans eden, evinden dışarı çıkan, fiziğine önem veren, kıyafetiyle, duruşuyla daha görünür hale gelen çağdaş Türk kadını imgesi bir propaganda aracı olarak kullanılmıştı. Günümüzde yine ideolojinin yükünü taşıyan bir mecra olarak kadınların dış görünüşü kullanılmakta, bu görünüşün sızdığı alanlar ise kamusal alan olarak tanımlanmaya çalışılmakta.
Kamusal alanın, modern toplumlarda bağımsız sivil kuruluşlar tarafından oluşturulan, eleştirel ve özgürleştirici ifadenin hayat bulduğu metoforik platformlar olarak görmemiz gerek. Oysa Türkiye’de kamusal alan, idelojinin cisimleştiği, görünür kılındığı ortamlar olarak algılanmakta. Kamusal alan terminolojisi üzerinden dönen son on yıldaki türban tartışması da fikirlerin görselleştirilmesinden, ikonlaştırılmasından kaynaklanan bir tartışma olduğunu hatırlayalım.

Muhafazakarlığın Ajanı olarak Mimarlık
İdeolojilerin cisimleştirilmesinde kılık-kıyafetten sonra en çok başvurulan bir diğer ajan, hepimizin bildiği gibi mimarlık olmuştur. Erken Cumhuriyet döneminin dergilerinde çağdaş Türk kadını figüründen sonra en çok görmeye alıştığımız çağdaş kübik evler, yeni yaşam tarzlarını yansıtan yeni iç mekanlar, yeni modern mimarlığın uygulandığı devlet yapılarıdır. Bu sadece Türkiye’ye has bir durum da değildir. Toplumlar, ideoloji ve mimarlık üzerine sayısız söz söylenecek kadar malzeme üretmişlerdir. Hitler’in Almanya’sı başta olmak üzere, İtalya, Amerika Birleşik Devletleri, Ortadoğu ülkeleri, günümüzün aniden zenginleşen Uzakdoğu ülkeleri… hepsi mimarlığı bir iletişim mecrası olarak görmüşler ve bunu kullanmaya da devam etmektedirler. Mimarlık sadece totaliter rejimlerin aracı olarak negatif anlamlar yüklenmek zorunda da değil, çünkü modernleşmeyi bir ideoloji olarak benimseyen toplumlarda şeffaflık, geçirgenlik, yaya hareketine açık, serbest plan düzeni gibi pek çok kavram da çağdaş mimarlıkta vücut bulmuştur.

Kamusal mekan ise belki de mimarlığın insan hayatına en çok değen üretim ölçeğidir. Kamusal mekan, özellikle biz mimarların gözünde, nispeten daha tanımlı ama yine de henüz sınırları ve potansiyelleri tam belirlenmemiş bir kavram. Kamusal mekan denince,toplumda herhangi bir ayrım yapılmadan her bireyin kullanımı düşünülerek yapılmış açık veya kapalı mekanlar algılanır. Çoğu kez bu tip mekanların sahibi ve işleticisi devlet veya yerel yönetimler olduğu için de (adliyeler, toplu taşıma istasyonları, okullar vb.) yanlış bir ifade ile bu mekanlar kamusal alan olarak adlandırılırlar.

Ankara’da faaliyet gösteren Türkiye Serbest Mimarlar Derneği geçtiğimiz Ocak ayında, “Mimarlıkta İrtica var mıdır?” adı altında bir sergiyi Ankara’da Karum alışveriş merkezi içinde açtı. (Bu serginin bir uzantısı ve genişletilmiş hali ise şu aralar İstanbul Serbest Mimarlar Derneği tarafından düzenlenmekte.) Ankara’daki sergi, açılmasının ikinci günü Keçiören Belediyesi’nin uyarısı(!) ile kapatıldı. TSMD’nin amacı başta Keçiören belediye sınırları olmak üzere, Ankara’da ve Türkiye’de “Milli Kimlik” (!) kaygısı ile üretilen ve ürettirilen yapılara yorumsuz bir şekilde dikkat çekmek idi.

Türk Dil Kurumu’na göre irtica gericilik, mürteci ise yeni düzene karşı direnen (kimse), gerici demek.
Mimarlık’ta irtica var mı sorusuna verilecek cevaplarda, Türkiye’deki irtica kelimesinin son yıllarda üstlendiği dini anlamları bir kenara bırakmaya çalışarak cevap vermek gerekir kanımca. Çünkü irtica denince artık gericilik değil radikal islamcılık anlaşılmaya başlandı. Oysa irtica kelime anlamı ile yeniliğe karşı olma, geçmişi muhafaza etme, dolayısı ile muhafazakar bir tutumun kavramsallaştırılması. Şahsen mimarlık alanında gördüğümüz bu eğilimi tartışırken, biraz da aptalca bir iyi niyet besleyerek ve naif olma riskini de üstlenerek, irtica kelimesi yerine muhafazakarlık kelimesini tercih ediyorum. Geçmişin itibarlı ve hafızalarda kalan parçalarının muhafazasını ve yeniden inşaasına dayanması açısından bu tabiri daha doğru ve tartışmayı kapatmayacak bir seçim olarak görüyorum.

Tanıl Bora’nın Türk Sağının Üç Hali [2] kitabında etraflıca analiz ettiği gibi muhafazakarlık, sağ ideolojinin İslamcılık ve milliyetçilik organları ile uyumlu çalışan ve Türk Sağı denilebilecek gövdenin parçaları gibi hareket eder. Bora, bu analizinde bu üç farklı organı, maddenin “üç farklı hali” metoforu ile kurgular ve anlatır.

“ Önerdiğim, milliyetçilik, muhafazakarlık ve İslamcılığı, pozisyonlar olmaktan ziyade ‘haller’ olarak anlamaktır. Fizikteki ‘maddenin halleri’ gibi: katı, gaz, sıvı… Milliyetçiliği, muhafazakarlığı ve İslamcılığı, Türk Sağının birbirine dönüşebilir oluş biçimleri olarak yorumlamaya çalışıyorum. Bunlardan birinde veya ötekinde Türk Sağının ‘maddesini’ görmek istiyorsak, o maddenin bir bileşeni veya kanadıyla falan değil bir haliyle karşı karşıya olduğumuzu hesap edersek, durumu daha iyi anlarız, diye düşünüyorum.

Bu anlam çerçevesinde, salt bir ideoloji değil, bir zihniyet örgüsü olarak düşündüğüm milliyetçiliği Türk Sağının grameri/dilbilgisi olarak ele alıyorum. İçerikleri, kavramları, imgeleri uyarlama, uydurma gücü esas olarak ondadır. Milliyetçilik, maddenin halleri mecazına başvurursak, Türk Sağının katı halidir.

İslamcılığa, Türk Sağının lugatçesi olarak, imge, değer, ritüel kaynağı olarak bakıyorum. Tek kaynak değil tabii; ama belki en bereketli, en hararetli kaynak, onsuz olunmaz bir hayat pınarı. Mecazımızı zorlarsak, İslamcılık Türk Sağının sıvı halidir – kap değiştirme ve mecra bulma gücü modernlik kadar yüksek!…

Muhafazakarlık, içeriklerin ve zihniyet kalıplarının ötesinde bir ruha hali, duruş/duyuş biçimi, usluptur; Türk Sağının ‘havasıdır’. Burada ‘maddenin halleri’ mecazını çok güzel istismar edebiliriz: muhafazakarlık, -hele buharlaşana düşkünlüğüyle -, Türk Sağının gaz halidir. – ‘gaz’ın amiyane kullanımlarını da (‘gaz verme’, ‘gaza getirme’) hesaba katıyorum…

Türkiye’de kültürel ve etik bir program olarak düşünürsek son derece güdük ve ‘yalan’ olduğunu söyleyebileceğimiz muhafazakarlık, Türk Sağının (yine aynı kayıt: sadece Sağın mı?) modernizmle başetme serüveninin asli sıfatıdır belki de.”

Bora’nın metoforunda da görüldüğü gibi muhafazakarlık gayet masum bir duruş olarak algılanabilirken, aslında her an sıvı(İslamcılık) ve katı(Milliyetçilik) haline dönüşebilecek bir ruh hali olduğunun farkına varmamız gerekir. (Marshall Berman’ın Marx’ın Katı Olan Herşey Buharlaşıyor lafı üzerine yazdığı aynı adlı kitabı da bu vesile ile çarpıcı bir ironi olarak anmadan geçmemek gerek.)

Hangi kimlik?
Peki tüm bu kavramsal analizlerin kamusal mimarlık ile ilgisi nerededir? Uğur Tanyeli’nin defalarca çeşitli vesilelerle dile getirdiği ve en son Arredemento Mimarlık dergisinde yayınlanan ve Arkitera.com’daki bu konu ile ilgili gündem dosyasında da tekrar yer bulan yazısında olduğu gibi, kimlik buhranı Türkiye’de özellikle mimarlıkta üstümüze yapışıp kalmış bir kompleks olarak yer etmiştir. Artık bıktırıcı bir şekilde ifade edile edile içimize yerleştirilen kimliksizlik paranoyasının, veya kaybolmuş kimliğin yeniden bulunması hayali en fazla mimarlık alanında somutlaşıyor belki de. Sibel Bozdoğan’ın Modernizm ve Ulusun İnşası kitabında etraflıca bahsettiği tepeden inme mimarlık çizisi belirleme gibi bir anlayış Türkiye’de merkezi bir otoritenin aracı olmaktan çoktan çıktı. Bugün iktidarların imar hareketlerine olan ilgisi kentsel dönüşüm, gayrimenkul ve rant ölçeğine sıçradığı için, mimari çizgi veya uslüp, iktidarların ilgi alanlarını uzun bir süre meşgul etmedi. Ancak özellikle AKP iktidarının giderek güçlenen pozisyonu ile birlikte “milli kimlik” mevzusu yeniden imar hareketlerinde gündeme oturmaya başladı.

Bugün her ne kadar açıkça teleffuz edilmese de gerek AKP hükümetinin gerekse yerel yönetimlerin ve bu yönetimlere yakın kişilerin fiziksel çevre ve mimarlıkla ilişkisi Emperyal Osmanlı imgesinin yaratılmasıdır. Yeniden yaratılmasıdır diyemiyorum çünkü bu imge hiç bir zaman şu anda bazı kişilerin kafasındaki gibi homojen ve mükemmel bir imge olamamıştır.

Neler değişmeli?
Türkiye’deki kamusal alan tartışmalarının sadece üniversitedeki başörtüsüne ve cumhurbaşkanı eşine indirgenmiş olması ne kadar şaşırtıcıysa, kamusal mekanların tamamen şeffaflıktan uzak bir şekilde şekillendirilmesi ve sivil insiyatiflerin hiç bir şekilde tepkisini almaması da o kadar şaşırtıcıdır. Kamusal mekanların yaratılması için Türkiye’de bugüne dek yeterince kuvvetli bir kamusal alan oluşturulamadığı için, ihale sistemi tersten işler; önce işletmenin, ardından mimari projenin ve en sonunda müteahhitin belirlenmesi gerekirken, mevcut sistemde önce müteahhit iktidar koltuğuna oturur ve mimari proje elde etmeyi tesisat döşemek gibi bir nevi teşeronluk hizmeti olarak görür. Bu nedenle kamusal mekanların üretiminde ne şeffaflık ne katılımcılık bugüne dek arzulandığı gibi sağlanamamıştır. Hal böyle iken, kamusal mekanların şekillendirilmesinde kamu söz sahibi olamaz, ancak razı olur.

Kamusal alanı oluşturan eleştirel ve katılımcı aktörlerin kamusal mekanların yaratılması sürecinde izlediğimiz bu sessizlik gerçekten tehlikeli bir durum. Bu mekanların üretilme sürecindeki çarpıklık bir yana, bu mekanların muhafazakarlık kisvesi altında cisimleştiği görüntüleri, kamunun düşünce yapısını da yavaş yavaş değiştiriyor. Eleştirel ortamın beşiği, dolayısı ile kamusal alanın merkezi olması gereken üniversitelerin suskunluğu, mimarlık camiasının önde gelen mimarlarının sessizliği, mimarlık kurumlarının başka işlerle meşgul olurken bu konuya ilgisiz kalması bu tehlikeli gelişmelerde hepsinin birer suç ortağı olmasına neden oluyor.

Peki hiç sesi soluğu çıkan da yok mu derseniz, evet tek tük ve cılız da olsa var. Ama keşke bu şekilde olmasaydı dediğiniz bir şekilde varlar. Bu da Türkiye’deki eleştirel bilgi üretiminin zavallı durumunu gözler önüne seriyor. Dediğimiz gibi modernleşmeyi Türkiye gibi yaşamaya başlayıp arkasını layığı ile getiremeyen toplumlarda eleştri kültüründe ana aks körlemesine bir kabul ile körlemesine bir reddetmek arasında gerili durumda. Cumhuriyetten sonra 80 yıla yakın bir tarihi geçirmiş olan çağdaş Türk mimarisinin ve mimarlarının söylem bakımından bu güne dek üretebildikleri söylemler nedir derseniz Sedad Hakkı Eldem’in Türk Evi yorumu dışında bir şey çıkartmanız çok zor, belki biraz da Turgut Cansever’e değinebilirsiniz. Kamu yapılarının yarışma ile yapılmasını savunurken de bir çekince her zaman var: Bugüne dek yarışma ile üretilen mekanlar gerçekten mimarlık söylemine, dünya mimarlık kültürüne ne kadar katkıda bulundular? Tek üretim motivasyonunun karşı çıkmak ve tepki duymak olduğu bir mimarlık kültüründen uluslararası katkı beklemek belki de yersiz bir bekleyiş. Mimari yaratıcılık anlamında modernizmin görsel kabuğunu sinik bir kabullenme ile kullananlar ve şiddetle reddederek Osmanlı imgesine başvuranlar arasında daha fazla sese ve üretime ihtiyaç duyduğumuz kesin. Bütün bu muhafazakar mimarlık tartışmalarının, kamusal kafa karışıklığının, kemerli iskelelerin, kubbeli adliye binalarının ve kimlik paranoyasının gösterdiği daha büyük resim sanırım bu beklenti. Yaratıcı süreçlerde farklı motivasyonları kullanan, hep öğündüğümüz Türkiye’deki farklı katmanlardaki zenginlikleri, modernizmin veya tarihin arketip elemanlarına ve imgesel kısayollarına başvurmadan kullanabilecek bir yaratıcılık bekleniyor mimarlardan. Aynı yaratıcılık ve derinlik mimarlık tarihçileri ve eleştirmenlerinden de bekleniyor ki bunun gerçekleşmesi çok daha zor ama daha önemli.

1- Kamusal Alan, ed. Meral Özbek, Hil Yayın, Aralık 2004, İstanbul
2- Türk Sağının Üç Hali, Milliyetçilik, İslamcılık ve Muhafazakarlık,Tanıl Bora, Birikim Yayınları , 1999, İstanbul
3- Katı Olan Herşey Buharlaşıyor, Marshall Berman, İletişim Yayınları, 2006, İstanbul
4- Modernizm ve Ulusun İnşası, Sibel Bozdoğan, Metis Yayınları, 2002, İstanbul


ÖMER KANIPAK. http://kanipak.com/blog/

Hiç yorum yok: