17 Mart 2008 Pazartesi

Oda Projesi ile Röportaj-17 Mart 2008

1. 2000-2005 yılları arasında Şahkulu sokak’ta kiraladığınız evde başlayan ‘Oda Projesi’ 15m2 lik bir mekanı imkan olarak değerlendirdi, bu fikir nasıl ortaya çıktı ve gelişti?

Mekanı bir imkan, bir olasılık ya da bir mümkün olma hali olarak kullanma çabasına girişmek İstanbul güncel sanat ortamı için yeni bir yaklaşım olsa da İstanbul için zaten halihazırda varolana işaret eder. Oda Projesi’ni başlatan bizler 1997’de ve takip eden 3 sene yoğun olarak İstanbul içinde dolaştık, seyahat ettik. Büyük sermayenin ya da rantın kenti makro ölçekte değiştirmediği dönemlerde İstanbul’un nasıl şekillendiğine, kullanıldığına, direndiğine ve dönüştüğüne tanıklık ettik; bu sırada mikro ölçekte ve daha “yüzyüze” daha samimi bir ilişki ağı içine girerek deneyimleyeceğimiz mahalle, Şahkulu mahallesi Oda Projesi’ni mekana yaklaşımı konusunda tetikledi ve hızlandırdı. Güncel sanat ortamının tanımlanmış, sınırlanmış ve klikleşmiş paylaşım ve üretim alanlarına karşılık ya da cevaben, Şahkulu mahallesinin katkıları ve istanbul’un stratejileri ile süreç işlemeye başladı; Oda Projesi 15m2’yi özel alan olmaktan çıkardı, açtı. Dar ve küçük bir mekan olsa da burayı neden sadece biz kullanalım dedik, öncelikle mahalleli ve sanat ortamına parallel diğer disiplinler bu mekan ile ne yapmak isterler diye merak ettik.

2. Oda Projesini kamusal mekana müdahale eden bir proje olarak nitelendirebilir misiniz?

Bir müdahale söz konusu, ancak bu kamusal mekan odaklı değil; kamusal mekanı da kapsayan daha geniş anlamda “mekan”a ve de kimi zaman “yer olan”a bir müdahale.

3. Türkiye’de ki sanat ortamının kamusal alanla olan ilişkisini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Korkak ve çekinik bir ilişki. Tereddütlü ama cesaretsiz değil yani bu alanda varolması gerektiğini biliyor ama kamusal alan güncel sanat için vazgeçilmez bir alan değil henüz. Sanatın kendini var ettiği alanlar korunaklı ve tanımlı mekanlar, şehrin içine sinmiş, karşınıza aniden çıkıveren, paylaşıma açık alanlarda görünen bir hali yok.


4. Türkiye’de kamusal mekan denilince akla ‘devlete ait’ mekan geliyor, ve bu kamusal mekanın asıl aktörlerini (kullanıcısını) müdahil olmaktan uzaklaştırıyor, bu yanılgıyı değiştirmekle ilgili neler yapılabilir?


Kamusal mekan kullanımına önemli bir örneğini Hrant Dink cinayeti sonrası, cenaze töreni için oluşan kalabalığın kent mekanı ile olan ilişkisi olduğunu düşünüyorum. İstanbul’da kamusal mekan aslında kentin sakini tarafından şekillendirilen bir “yer ya da durum” olarak düşünülse de bu yer içinde bilinçli olarak müdahil olma ve sahip çıkmanın gerçekleşmediğini görüyoruz ya da bunun tersi olarak kamusal alanın özel alanlar tarafından bölünmesi ve parçalanması durumu var ki, bir eylem alanı olan kamusal alanın pasifleşmesi- homojenleşmesi ve tüketim alanı haline gelmesi karşısında anarşik/kendinden/beklenmeden oluşan yapılanmaların çoğalması gerekmektedir. İlk akla gelen çocukluktan itibaren özel alanlara hapsolmamış zaman ve deneyimlerin, kendini kamusal alanda ifade etmenin yüreklendirilmesi önemlidir. Güncel sanat pratikleri birçok disiplin ve farklı geçmişdeki insanı biraraya getirme gücündedir, bu pratikler izleyici.katılımcı.seyirci kavramlarını yerinde kamusal alanda tartışmalı ya da kendini gösterme, paylaşma ve deşifre etme yollarını çoğaltmalıdır.


5. Oda Projesi 70’li yıllara kadar Ermeni,Yahudi,Rum kökenlilerin ikametinin çoğunlukta olduğu daha sonra Doğu Anadolu’dan göçen ailelerin yerleştiği bir mahalle de başladı, bu durum projelerin gelişmesinde rol oynadı mı? Evetse nasıl bir rol oynadı? –Bunu karşılıklı bir etkileşim olarak nitelendirebilir misiniz?


Bu elbetteki projenin belirleyicilerinden biriydi. 97’de hala İstanbul’un çöküntü mahallelerinden sayılabilecek Galata yaşam koşulları çok pahalı olmayan bir mahalle olarak, bize de kendimize bir mekan tutabilme olanağı sağlamıştı. Kalabalık ailelerin yaşadığı bu mahalle özellikle bahar aylarında itibaren kamusal alanın özellikle çocuklarla hareketlendiği ve ev hanımlarının da yaşadıkları binaların yakınlarında diğer evhanımlarıyla çay içip elişi yaptıkları canlı bir alandı. Bu canlı ve dışa dönük alan bizi de kısa zamanda içine dahil edip mahalleliyle - önce çocuklar sonra anneleriyle - tanışma imkanı sağladı. Komşuluk ilişkisi üzerinden kurulmaya başlayan bu tanışolma hali zamanla karşılıklı güvene ve birlikte bir şeyler yapabilme olasılığını da tahsis etmiş oldu. Özellikle oda projesi mekanının bir avluda yer alması bu avluyu çevreleyen üç bina ve bu üç binanın pencerelerinin Oda Projesi mekanına dönük konumu kısaca avlunun mimari yapısıda projenin oluşmasında ciddi bir yer tutu. Göz önünde olma, izlenebilir ve izleyebilir olmak mahallede yaptığımız her şeye önemli bir zemin oldu.
Şunu da belirtmek gerekir ki mahalle içinde yaşayanların bölgesel-etnik-dinsel ya da ekonomik kökenleri proje için belirleyici olmamıştır. Burada önemli olan varolan profilin- ki bu kim olursa olsun, çevresiyle, komşuları ve kendi ailesiyle kurduğu ilişkidir.


6. Kişisel müdahaleler sizce kamu ölçeğine nasıl taşınabilir/taşınmalı mı?

Bu kişisel müdahalelerle aslında her gün yolda bir yerden bir yere gitmeye çalışırken karşılaşmak mümkün. Mesala çevre yolunda arabayla hızla giderken gözümüze bir bostan çarpabilir veya boğazda yürürken bir elektirik direğindeki boşluklara pamuk helvaları takmış bir satıcıyla karşılaşıbilirsiniz. Bu gördüklerimiz biz de hep – acaba doğru mu gördüm?- dedirtir. İstanbul ve İstanbullu sürekli kendi müdahalelerini İstanbula ekleyip duruyor. Oda Projesi de İstanbulun sürekli dünüşen kamusal alanından alıntılar yapıyor. İstanbulun sürekli değişen kamusal alanı Oda projesinin zeminini oluşturuyor.




7. Kentlerde ki yaşam kalitesinin kamusal mekana yapılan küçük ölçekli müdahalelerle artabileceğini düşünüyor musunuz?


Kesinlikle bu mümkün. Bu soru aklıma İstanbul belediyesinin İstanbulun bir çok mahallesine kurduğu açık hava spor alanlarını getirdi. Genç, yaşlı, çoluk çocuk her sınıftan insanla bu alanlarda karşılaşmak mümkün. Şahane bir buluşma alanı oluşmuş durumda. Bu örneğin küçük ölçekli bir müdahale olmadığını aklımızda tutmak şartıytla iyi bir örnek olduğunu düşünüyorum. Sanırım müdahale belediyeden geliyorsa belkide çok küçük ölcekli olamıyor. Kamusal alanın esas kullanıcılarının kendi insiyatifleri doğrultusunda yaptıkları değişiklikler tekil ve benzersiz oldukları gibi sanırım kullanıcılar tarafından daha fazla benimseniyor ve hoşa gidiyor. Belki bunun için iyi örneklerden biri de akıntı burnundaki dalga kıran kayalıklara yaz aylarında yapılan müdahaleler. Bu tür örnekleri İstanbulda saya saya bitiremeyiz. İstanbulda kamusal alnın hamilleri kendi çevrelerine durmaksızın bir şeyler eklemeye ve çıkarma devam ediyor.

8. Son olarak Oda Projesinin ileriki dönem hedefleri nelerdir? Yeni mekanlar ve yeni imkanlar olabilir mi?

Oda Projesi 2005 de mekanından ayrıldığından beri pek çok alanı- radyo, kitap, gazete, dergi- kendisine geçici bir mekan olarak denedi, kurcaladı.
Hala mekan denilen şeyin illa dört duvar olması gerekmediği düşüncesine bağlı kalarak kendisine yeni bir buluşma alanı hayal ediyor ve etrafına bakınıyor. Aynı zamanda da 2000 yılından beri yapageldiğimiz şeyleri yazıya dökmeye, bir bellek oluşturmaya çalışıyoruz.

9 Mart 2008 Pazar

Ömer Kanıpak ile Söyleşi, 24 Şubat 2008

Bir süredir tartışılan bir konu olan kamusal alan ve kamusal mekan farkından söz etmek gerekirse, siz bu farkı nasıl yorumluyorsunuz?

Aslında bununla ilgili bir yorumdan çok okuduklarımın sonucundan bahsedebilirim; ‘kamusal alan’ Habermas’ın sözünü ettiği ‘public sphere’ olarak da çevrilen “Öffenlichkeit” kavramıyla ilişkili, ve mekansal bir durumdan çok kişilerin akıl yürüttükleri, tartıştıkları, daha soyut da olabilen araç,zaman ve mekan birlikteliği yani bir düşünce ortamı, kamuoyu diyebiliriz. Kamusal mekan ise, burası gibi , (moda çay bahçesi) her bireyin özgürce girebildiği kullanabildiği, henüz sınırları ve potansiyelleri tam tanımlanamamış ancak fiziki olarak tanımlanabilen (yani eni, boyu, yüksekliği, malzemesi, aydınlığı, karanlığı ile tanımlayabildiğimiz) bir mekan.

Kamusal alanın oluşumunda doğru kurgulanmış kamusal mekanların rolü çok büyük. Yani, farklı kişilerin bir arada bulunabileceği fiziki mekanlar ne kadar iyi tasarlanırsa farklı fikirlerin de ortaya çıkmasına o oranda olumlu katkı olacaktır. Bu tabii ki idealize edilmiş ve hiç bir zaman gerçekleşmeyecek bir söylem. Hiç bir mekan tüm farklılıklara ve fikirlere açık olamıyor. Ama kamusal mekanların tasarımında farklılığın ortaya çıkmasını esas motivasyon olarak kullanan ve bunu bir potansiyel değer olarak gören tasarımlar başarılı kamusal mekanlar olarak önümüzde duruyor. Örneğin Pompidou Center’ın önündeki boşluk. Sade bir eğimden oluşan basit bir boşluk ama o kadar iyi işliyor ki, ilk akla gelen örnek olabiliyor.

Türkiye’de kamusal mekan 1980’lere kadar sözü bile edilmeyen bir kavram, daha da öncesine gidersek Osmanlı’da kamusal mekandan söz etmek mümkün mü?

Bu konuda fazla bilgim olmasa da, Osmanlı da pazarlar, çeşmeler, kahveler, avlular ve bahçelerden kamusal mekan olarak söz edebiliriz herhalde. Tabii ki bu alanlar salt bu amaç uğruna tasarlanıp inşa edilmiş değil ve o zamanlarda da “kamusal alan” gibi bir kavram olmasa da insanların karşılaştığı, tartıştığı, konuştuğu birbirleri ile ilişkiye geçtiği alanlar buralardı daha çok.

Ama tabii meydanlardan söz edemeyiz heralde?

Evet, aslında meydanlardan bugün bile Türkiye’de de söz etmek çok mümkün değil, meydan dediğimiz yerler, Taksim meydanı, Beşiktaş meydanı, Kadıköy meydanı gibi daha çok düğüm noktaları ya da kavşaklar, belki Beyazıt Meydanını meydandan sayabiliriz. Her ne kadar basın sayesinde deyim olarak dilimize “Meydanlara çıkmak” gibi birşey yerleşmiş olsa da bugün bu deyimin kullanıldığı etkinlikler (miting olsun, gösteri olsun) aslında hep kavşaklarda yapılıyor. İşte, Çağlayan meydanında falanca mitingi oluyor, ya da Taksim’de şu grup gösteri yapıyor yürüyor deniyor. Çağlayan da, Taksim de, Kadıköy de, hepsi bunların trafik düğüm noktaları, kavşak aslında. Trafiğe kapattığınız anda meydan amacı ile kullanılan tasarlanmamış boşluklar. Bugün İstanbul’un en önemli meydanı dediğimiz Taksim aslında etrafından araçların ve yayaların dolaştığı birbirinden kopuk boşluklar aslında, meydan değil.


Yani Avrupadaki gibi tasarlanmış meydanlarımız yok aslında?


Aslında Avrupada da tasarlanmış değil meydanlar Katedrallerin önleri gibi yerler daha iyi düzenlenip meydanlaşmışlar, belki Roma biraz farklıdır.

Peki Türkiye’de en çok kullandığımız kamusal mekanlar nereleri sizce?

Alışveriş merkezleri herhalde, en çok onlar kullanılıyor (sadece erkek nüfusa hitap etse de kahveleri saymak da mümkün belki, hala aynı oranda kullanılıyor mu bilmiyorum aslında). Ama tabi alışveriş merkezine gidebilmen için paran olması gerekli böyle bir kod var, kamusal mekanlarda bu şekilde kodlar hep var, mesela stadyuma gitmek için taraftar olmak, pazara gitmek için yine paranın olması gibi. Hepsi birbirinden farklı ayrışmaya neden olan farklı kodlara sahip. Bir semt pazarına girerken gerekli kod ile alışveriş merkezine girerken senden beklenen kod farklı. Hatta alışveriş merkezleri arasında bile bu kodlar farklı, ne bileyim Ümraniye Carrefour’a girerken ile Nişantaşı Cities’e girerken farklı davranman farklı giyinmen farklı harcaman bekleniyor.

Alışveriş merkezlerinin bu kadar iştahlı bir şekilde tercih edilmesinin nedeni herhalde bu amaçlar için tasarlanmış başka açık veya kapalı mekanların yoksunluğundan kaynaklanıyor. En ücra semtte en kötü tasarlanmış bir alışveriş merkezinde bile Türkiye’de yaşayan büyük bir kesimin alışık olmadığı bir mekansal kalite var. Malzemesinden tutun da otopark düzenine, aydınlatmasından oturma banklarına dek iyi kötü bir ihtimam söz konusu. Elbette bunun ardında yatan asıl gerekçe harcama süresini ve miktarını artırmak ama bu niyetin yan etkisi olarak bu mekanlar bir anda kamusal mekan haline geliveriyorlar.

Bir de Karayolları, Türkiye’ye özgü bir şekilde kamusal mekanlar bence. Dünyada herhalde sadece Türkiye’deki karayollarında “yanyol” denen bir oluşum var. Daha karayolu inşaatı bitmeden hızı daha düşük bir yol sistemi kuruluyor ki, bu hızlı otoyol yanındaki arazileri beslesin. Otoyolun hemen kenarında işmerkezleri, hastaneler, konutlar oluşuyor, hatta insanlar karayolunun kenarında piknik yapıyorlar. Burada tabi ‘seyir’ eyleminin kamusal mekanda ne kadar önemli olduğunu hatırlamak lazım. Karayolu aslında seyredilen de biryer. Ama öte yandan karayolu sahiden de bireysel farklılıkların en az hissedildiği yer. Bu akışkan mekana dahil olabilmek için tek ihtiyacınız bir araç, ki bu da artık edinilmesi çok kolaylaşan bir nesne haline geldi. Öyle bir mekan kurgusu var ki karayollarında, en pahalı araç sahibi ile en uyduruk araç yolcuları hatta toplu taşıma araçları hemen hemen aynı hızda hareket eden, karayolu üzerindeki aynı tesisleri, işaretleri kullanan aynı kurallara uymak zorunda kalan bireyler olarak bu mekanın kullanıcıları oluyorlar. Eğer böyle bir derecelendirme yapmak mümkün olsa herhalde “En Kamusal Mekan” karayolları çıkardı günümüzde.



İstanbul’da kamusal mekan olarak ‘kıyı’ da önemli bir yer tutuyor bununla ilgili ne düşünüyorsunuz? Simla Sunay Özdemir ‘Mimarların İstanbul’u’ yazsında şöyle diyor,



- Bir meydan, dört yüzlü çeşmeler… Eşitliğin daha güzel mimari bir anlatımı olabilir mi? Yüz yüze bakabileceğimiz meydanlar yok İstanbul’da. Göz göze gelebileceğimiz. Ama İstanbul’un Central Park’ı olarak nitelenen Caddebostan’da yan yana koşabiliriz. Kıyılar bizim. Yaşasın özgürlük! Ancak önümdekinin sırtını görüyorum. Karşımdan gelene ise laf atamıyorum. Geçip gidiyor yanımdan. Dizi dizi dolgu kıyılarda “yalnızlığı yürüyoruz” İstanbul’da. Bu yüzden fikirlerimiz çarpışmıyor, örtüşmüyor hepsi aynı hızla, bir biri ardına akıyor, uçsuz bucaksız Bostancı sahilinde. “

Buna katiliyor musunuz?


Böyle bir kıyaslama ilk bakışta doğru gelse de Meydan diye mitleştirdiğimiz ve bir türlü nasıl bir mekan olduğunu deneyemediğimiz boşluklarda da Simla’nın “yüzyüze bakma” eyleminin gerçekleşeceğini pek sanmıyorum. Öyle olsa bile bu insanlar arasındaki iletişimi etkileşimi artırır mıydı şüpheliyim. İstanbul’da Central Park olmasa da çok yoğun kullanılan parklar var. Mesela Selamiçeşme parkı. Çok ilginç bir kullanıcı profili var bu parkın, sabahtan akşama dek İstanbul’un en yoğun kullanılan yeşil alanlarından biri. Ama hemen ilerisindeki Fenerbahçe-Bostancı sahil yolunun da benzeri bir profili var. Kıyının bir kamusal mekan olmadığına pek katılmıyorum. Aksine çarpışmalara imkan veren bir kamusal mekan olduğunu düşünüyorum, ve hatta içinde ‘piyasa’ kavramını barındırdığı için de güçlü. Kıyıların bu şekilde kullanılması özellikle İstanbul için müthiş bir şans. Benzer şekilde Paris’deki nehir kenarları da aynı amaçlarla kullanılır ve kamusal mekanlara en güzel örneklerden biridir. Murat Güvenç geçenlerde ‘piyasa’ nın nereden geldiğini şöyle anlatmıştı: İtalya’da kendi saraylarında hem oturan hem de yöneten soylu ve yönetici kesimin, saray veya derebeyi camiasının bir şekilde yaşama ve iş yapma fonksiyonlarını kentteki ayrı binalarda yürütmeye başlaması ile gelişen bir hareket oluşuyor kentte. Palazzo(konut görevini gören saray) ve Uffizi(ofisler, yanı çalışma mekanları) arasında sabah ve akşam bir yaya ve atlı trafiği oluşmaya başlıyor. Ve kent halkının o güne dek hiç alışık olmadığı bu hareket bir anda seyir etkinliğine yani piyasaya dönüşüyor. Bu yüzden kamusal mekanlarda aslında insanları bir araya getiren en temel motivasyonlardan biri olduğu için, “piyasa” da tasarım kriteri olarak algılanması gereken bir eylem.

Bazı kamusal mekanları isteyerek tercih ediyoruz, alışveriş merkezleri, piknik yerleri gibi, bir de mecburen içinde bulunduğumuz kamusal mekanlar var, otoparklar gibi, bunların arasından sorunlu bulduğunuz mekanlar nereleridir?

Bu daha çok kişisel cevabı hakeden bir soru, herkesin sorunlu bulduğu mekan farklı olabilir. Özellikle biz mimarlar mesleki deformasyonla birçok mekanı sorunlu bulabiliriz. Ama galiba benim sorunlu bulduğum mekanlar daha çok tasarlanmış olmakla ilgili, fazlası ile dikte eden mekanları sorunlu buluyorum ve o yüzden belki de otoparklar sana ilginç gelecek belki ama bence iyi kamusal mekanlar. İstediğim yere parkedebiliyorum, bana sadece arabamı parketmek için iki çizgi çekilmiş oluyor ama ben istersem bir üst kata veya daha ilerideki boşluğa da gidip parkedebilirim. Nötr ve benim seçme şansımın olduğu mekanlar bana daha sıcak geliyor. Biraz ters bir durum bu belki ama girişi koca bir saçakla belli edilmiş, cam bir kapı, karşısında yürüyen merdivenler, solda panoramik asönsörler filan olan pırıl pırıl bir alışveriş merkezinden çok daha iyi hissetiriyor beni bir otopark. Örneğin Taşkışla’yı ele alalım. Kışla olarak yapılmış, sonra bir ara hastane olarak kullanılmış şimdi de bir eğitim yapısı. İçinde atlı süvariler dolaşsın diye geniş merdivenler koca koridorlar şimdi pekala öğrencilerin sergi mekanı olabiliyor. Mimarlığı, mekan tasarımını bu kadar ciddiye almamak lazım belki de, bazen oluruna bırakmak, başka ihtimallere de açık olabilmek, tadında bırakmayı bilmek gerekli.Mesela sırf bu nedenlerden ötürü Santral İstanbul da başarılı bir örnek. Kişiye imkan tanıyan, daha boşluklu dikte etmeyen bir mekan tasarımı buluyorum burada. Farklı potansiyellere açık farklı köşelere sahip müthiş bir yer.

Peki o zaman şöyle diyebilir miyiz; “Modernizimde de sık sık karşımıza çıkan büyük ölçekli planlama ve tasarımlardansa daha çok küçük müdahalelerle tasarıma yaklaşmak, kamusal mekanı daha güçlü kılan bir durumdur” ?

Evet, herşeyi insanların adına tasarlamaktansa, onları yönlendirmeye çalışmaktansa boşlukları, özgürlük alanlarını tasarlamak daha önemli. Potansiyel ya da sorunlu görünen alanlarda da küçük müdahalelerle o mekanın dönüştürmek daha güçlü. Dönüştürmek de yanlış terim aslında böyle bakınca, dönüşmesine yol açacak bir hareket kazandırmak amaçlanmalı. Dönüşmesini istiyorsanız bunu mimar olarak siz değil orayı kullananlar yapmalı, mimar olarak siz sadece bu dönüşüme yardımcı olacak araçları oraya getirip koymalısınız.

Türkiye’de kamusal mekanın sahipsizliği bilinçli olarak tercih edilen bir devlet politikası olabilir mi? Çünkü eğer taksim örneğine bakarsak, 1940’da Lütfü Kırdar tarafından Henri Prost’a tasarlanmış olan meydan parça parça özelleşti ve değiştirildi, ve bu değişime kimse ses çıkarmadı, çünkü bildiğimiz gibi kamusal alan Türkiye’de devlete ait alan gibi algılanıyor?

Ne kadar olumsuz olsa da bu kadar akıllıca ve sinsice düşünen yönetim politikamız olduğunu, bu şekilde bir strateji belirlendiğini düşünmüyorum. Olan biten daha çok tecrübesizlik, beceriksizlik ve dikkafalılığın sonucu bence.

Kamusal mekanla ilgili olarak mimarın sorumluluğu sizce nedir?

Tüm alanlarda olduğundan çok farklı değil aslında. Kot farkları, insan ölçeği, malzeme seçimi, dikte etmekten uzak duruşu gibi konular önemli.

Geçen gün belediyelerin inşa ettiği Kartal, Tuzla, Ümraniye gibi kültür merkezlerini dolaştık. Bu merkezlerin cephesinde kullanılan granit cam malzemeler, girişteki heybetli, insan ölçeğinden uzak durum, giriş kapısına bir a4 kağıt parçasına “giriş” diye yazmalarını gerektiriyor. Yine de insanları ürküten bir kültür merkezi olmaktan kurtarmıyor bu koca binaları, hepsi bomboş.

Mesela Gezi Parkı’ndaki kot farkı, oradaki merdivenler veya etrafındaki parmaklıklar, parkı kullanılmaz hale getiren nedenlerden birine dönüşüyor. Aynı şekilde Milli Reasürans binası. Nişantaşı’ndaki yüksek dar koridor mekanı gibi bir caddede bir ferahlama duygusu uyandırıyor. Ancak ilginçtir, Şandor Hadi’nin eskizinde bu boşluk kaldırım ile aynı kotta iken, yapım aşamasında buraya üç dört basamaklı bir set yapılıyor. Dolayısı ile bir anda orası kullanılmayan sadece içinden geçilen bir mekana dönüşüyor. Bunda muhtemelen oranın kullanılmasını istemeyen yönetimin de payı vardır. Yaya Sergileri’nden birinde Fuat Şahinler bu problem dikkat çekmek için oraya devasa bir örümcek ağı yerleştirmişti.

Öte yandan AKM pek çok kez Taksim ile barışık olmayan, meydandan kopuk bir yapı olarak ifade ediliyor. Oysa önündeki ufak boşluk ve iki basamak aşağıda olması, o bir sıra yeşil bitki sırası bu boşluğu bir anda sahiplenilen bir mekana dönüştürüyor bence. Şöyle düşünelim, o alanın kaldırım ile aynı seviyede olduğunu ve yeşil çalılarla ayrılmadığını farzedelim. Orasının servis otobüsleri ile taksilerle anında dolacağını görebiliriz. Peki bu alan bu hali ile yeterince kamusal kullanıma açık mı, daha iyisi olamaz mı? Olur, mesela bekleyen insanlar için oturma setleri yapılabilirdi, güneşten korumak için daha çok gölge veren bir iki ağaç dikilebilirdi. Küçük müdahale derken bunlar kastediliyor. Yoksa koca mekanın baştan aşağı malzemelerinin değişmesi, yeni gergi sistemli saçaklar, süs havuzları, sofistike oturma bankları yapmak değil.

Peki kamusal mekanların müdahale edilebilirliğini sorgulamak da mimarın sorumluluğu dahilinde mi sizce?

Evet tabi ki. Biraz durumdan görev çıkartmak gerekiyor. Öyle çok kaçan imkan var ki, görmesini bilmek lazım.

Türkiye’de bir de devlet ve özel sektörün kamu için yaptığı yapılar arasında gözle görülür bir fark var, ve bunu mesela müzelerle örnekleyebiliriz bununla ilgili ne düşünüyorsunuz?

Müzeler bu soru için en masum örnekler kalıyor. Özel sektörün yaptığı kamu kullanımına açık mekanların da hepsi müthiş başarılı demek yanlış olur. Devlette bir dikkafalı tutum, dediğim dedik, “bu en iyi bu şekilde yapılır ve ben yaparım” tavrı var. Araştırmak, sormak, daha iyisi olabilir mi diye bunu tartışmaya açmak gibi bir gelenek yok. Özel sektörde ise beceriksizlik hakim. Tecrübeyi ancak yaparak kazanma anlayışı hakim. Yanlış yaparak öğreniyoruz.

7 Mart 2008 Cuma

Türkiye'de kamusal mekan

KAMUSAL MEKAN NEDİR?
Kamusallık tartışması, bütün yaşamsal pratikleri ve bu pratiklerin ortaya çıkardığı ürünleri ilgilendirir. Alan ise mimarlıkta yer/boşluk gibi karşılık bulsa da ‘kamusal alan’ yalnız mekan’ı karşılayan yer e boşluğa veya mekansal bir tanıma işaret etmez. İlk olarak ‘Res publica’ olarak kullanılan kamusal kelimesi o dönemde ‘ortak fayda’ ve ‘ortak varlık’ anlamına geliyordu. (Geuss, 2003, s.51) Kamusal alan tanımı ise ilk olarak 1962 yılında yayınlanmış olan Jürgen Habermas’in “Kamusal Alanın Yapısal Dönüşümü: Burjuva toplumunun bir kategorisi üzerine araştırmalar” kitabında Habermas Kamusal alanı şu şekilde tanımlar; “şahısların kendilerini ilgilendiren ortak bir mesela etrafında akıl yürüttükleri, rasyonel bir tartışma içine girdikleri ve bu tartışma sonucunda ortak bir kanaati, kamuoyu oluşturdukları araç, süreç, ve mekanların tanımladığı hayat alanı”dır. Bu mekanlar kentlerin soluk noktalarıdır. Weintraub’un dörtlü modeline göre kamusal alan ‘liberal, ekonomik’ modele göre devlet, kamusal alandır. Hannah Arent’in temsil ettiği ‘cumhuriyetçi klasik’ modele göre kamusal alan aktif yurttaşlığın ve politikanın alanıyken, Philiph Aries, Richard Sennet ve Jane Jacops’a göre dramaturjik kamusal alan modelinde kamusal alan bir tür sosyallikler alanıdır. ( Dana R. Villa, 96, Cogito) Bu gruptakiler de kamusal alanı bir tür tiyatro sahnesi gibi, bir tür sembolik mekan gibi tanımlarlar. Habermas aynı zamanda endüstri devrimi sonrası kurulan ulusal ve bölgesel devletlerin modern devlet anlayışı içinde kamusal ve özelin iki ayrı kavram olarak ortaya çıkışından bahseder. (Habermas, 1962, s.70)

Tüm bunlar kamusal alana ait tanımlarken, günümüzde kamusal mekan tartışılmaktadır, kamusal mekanın kamusal alandan ayrıştığı ve iç içe geçtiği noktalar söz konusudur. Ömer Kanıpak kamusal alan kamusal mekan arasındaki farkı ve birlikteliği şu şekilde tanımlamaktadır“…Kamusal alan, modern toplumlarda bağımsız sivil kuruluşlar tarafından oluşturulan, eleştirel ve özgürleştirici ifadenin hayat bulduğu metaforik platformlar olarak görmemiz gerektiğini gördük. Kamusal mekan ise özellikle biz mimarların gözünden nispeten daha tanımlı ama yine de henüz sınırları ve potansiyelleri tam olarak belirlenmemiş bir kavram.” Deniz İncedayı ise konuyla ilgili olarak kamusal alan mekandan öte bir soyutlamadır der.(2006)
Kamusal mekan ve kamusal alan tam olarak birbirinden ayrışmaz ve hatta kamusal alan mekanı kapsar diyebiliriz. Mimarlık dünyası kamusallık, kamu, kamusal alan, kamusal mekan gibi kavramları belki de siyasal bilimler haricinde en fazla eskiten disiplindir. Konuyla ilgili olarak Ömer Kanıpak “Kamusal Mimarlıkta Muhafazakârlık” başlıklı gündem dosyasında “Kamusal mekan” ı şu şekilde tanımlamıştır. “…Kamusal alan, modern toplumlarda bağımsız sivil kuruluşlar tarafından oluşturulan, eleştirel ve özgürleştirici ifadenin hayat bulduğu metaforik platformlar olarak görmemiz gerektiğini gördük. Kamusal mekan ise özellikle biz mimarların gözünden nispeten daha tanımlı ama yine de henüz sınırları ve potansiyelleri tam olarak belirlenmemiş bir kavram.” Yine de kamusal mekân denince toplumda herhangi bir ayrım yapılmadan her bireyin kullanımı düşünülerek yapılmış açık veya kapalı mekânlar algılanır. Çoğu kez bu mekanların sahipleri ve işleticisi devlet veya yerel yöneticiler olduğu içinde (adliyeler, toplu taşıma istasyonları, okullar…vb.)yanlış bir ifade olarak bu mekanlar kamusal alan olarak adlandırılır. Bülent Tanju ise kamusal mekanı şöyle tanımlar, mesleki deformasyonla sürekli ayırma eğilimde bulunduğumuz kamusal-özel mekanların gerçekte çok daha karmaşık açıklık-kapalılık derecelerine sahip mekan/zamanlar olarak değerlendirmektedir. Sokak, meydan gibi kamusallık ile doğrudan ilintili ve konut gibi özellikle doğrudan bağlantısı olan kavramların aslında “pratikliklerle dolu bir yayılım olan mekan-zaman kavramı” onları meydana getiren “pratikliklerin tarihselliği ile dolayımlanan “açıklık-kapalılık” eşiklilerine sahiptir. Kamusal mekanın tasarımı, kullanımı ve dönüşümü ise tartışma konusudur. (B.Tanju, 2007) Tüm bu tanımlardan da anlaşıldığı üzere kamusal mekan kamusal alandan tam olarak ayrışmamakla birlikte üzerine fazlasıyla düşünülmesi gereken bir konudur. Devlete ait mekanlar gibi algılanan bu mekanların birebir kullanıcıları ise herkestir. Herkes’e ait olan bu mekanların bu denli sahiplenilmemiş ve dokunulmaz dolayısıyla ölü doğmuş bir kavram olarak belirmesi kaçınılmazdır.

TÜRKİYE’ DE KAMUSAL MEKAN

İngilizceye Public Sphere olarak çevrilen ‘Öffenlickeit’ kavramı, Türkçe’de sık sık birbiri yerine kullanılan kamusal alan ve kamusal mekanı karşılar.(Kanıpak,2007) Ancak kamusal alanın Türkçedeki karşılığını anlayabilmek için, kelimenin sözlük anlamından çok Osmalıdan bugüne gelene kadar kamusallığın nasıl yaşandığı üzerinden düşünmek gerekir. Tanyeli’nin ‘kamusal alan, özel alan’ adlı makalesinde üzerinde durduğu mesele ise Türkiye’nin 19.yy ortalarından başlayarak başka bir entellektüel, ekonomik ve kültürel karşılaşmalar yaşamasına ve kapitalist üretim dünyasıyla bütünleşmesine kadar kamusal ve özel kavram çiftine ihtiyaç duymayışıdır. Kelimelerin sözlük anlamlarını* inceleyen Tanyeli daha sonra konuyla ilgili gündelik yaşam pratiklerini örnek vererek şöyle diyor; “ Kökenleri Antik Roma’ya dek uzanan kamusal- özel kavram çiftini ve fiziksel çevre bağlamında işaret ettiği kamusal ve özel mekanlar ikililiğini neredeyse 20. Yüzyıla kadar var etmemiş olması Osmanlı ve Türk(hatta tüm batılı olmayan) kültür alanına özgü bir anomaly değil. Başka bir anlatımla burada kamusal ve özel arasında bir belirsizlik yok. Burada olmayan şey, dünyanın özel ve kamusal bileşnler halinde bir yarılmaya tabi tutuluşudur. Osmanlı dünyası toplumsal alanı da, fiziksel çevreyi de söz konusu tanım çiftinin tanımlayabileceğinden daha karşmaşık bir biçimde kavramsallaştırıyor. (Tanyeli, 2005). Bu iki kavram birbirinden ayrılmadan bir tansiyon, bir gerilim dahilinde, hep iç içe geçerek var olduklarını günümüzde de görebiliriz. Sorunsal olan ise, gündelik hayatta tam bir ayrım olarak karşılaşılmayan kamusal-özel kavram çiftinin, son günlerde ‘kamusal’ eşittir ‘devlete ait’ yanılgısıyla karşılık buluyor olmasıdır. Son günlerde yapılan turban tartışmaları da, askerin ya da devlet merciinden herhangi birinin bulunduğu her türlü yapının kamusal alan olarak algılandığı yönünde söylemlerle doludur. Meral Özbek’in konuyla ilgili ifadesi ise şu şekilde; “ Gündelik konuşmada ‘kamu’ dendiğinde hemen devlet gelir aklımıza; devlet idaresi, organları, kuruluşları, görevlileri, ya da etkinlikleri gibi şeyleri, devlete ait ya da devlet kontrolünde yürütülen resmi bir alan kastederiz, Halbuki, Habermas’ın dediği gibi, kamusal alan herşeyden once toplumsal yaşamımızda kamuoyunun içinde oluştuğu alandır.”


Osmanlıdan günümüze değişimler geçirse de genelde kamusal mekanın işleyişi, iç içe yörüngeler biçimindedir. Tanyeli ‘hücerat’ denilen tek odalı yaşama birimlerinin ortak mutfak, tuvaletlerinden, avluya, avludan sokağa, sokaktan mahalleye, doğru genişleyen, ne özel ne kamusal olan bu yaşam mekanlarını örnekleyerek, muğlak ayrımları/birleşimleri anlatır. Örneğin bir mahallenin camisi en çok o mahallenin cemaati tarafından kullanılır, bu durumda bu cami mahalleye özel midir? Yoksa her koşulda kamusal mı?. Ortak kullanılan hücerat mutfağının kamusal ya da özel oluşu yine tartışmalıdır.(Tanyeli, 2005) Hep bu tam olarak ayrışmamanın verdiği enerjiyle dükkan önlerine taşar tezgahlar, bu dinamikle cumbalı evler sokakla bütünleşir. 20. Yüzyılın başlarına kadar olan durumu yine Tanyeli’nin ifadesi ile; “…O halde burada yine bir özel-kamusal ‘dichotomy’sinden değil, mahremiyet merkezini oluşturan bir nüveden başlayarak katman katman farklı düzeylerde toplumsallaşma ve mahremiyet olanağı veren dış mekanlara doğru bir açılımdan söz edilebilir.” özetlenebilir. Ancak 19.yüzyıl sonlarına 20.yüzyıl başlarında durum değişmeye başlamış, Türkiye küreselleşme sürecine girmiş, bir çok farklı ekonomi ve kültürle karşılaşmalar, çarpışmalar başlamıştır. 1839 tanzimatla yeni bir hukuki altyapıyla mülkiyet dokunulmazlığı gelmiş ve kapitalist sisteme ayak uydurumaya çalışan metropolde yatırım amaçlı inşai etkinlikler başlamıştır. Bu değişimler katmanlı özel- kamusal muğlaklığından, ayrı iki tanım olarak kamusal ve özel den bahsetmenin yolunu açmıştır.
Kamusa-özel kavramları ile ilgili bu tür değişimleri geçirmiş olan bugünün Türkiye’si ise kamusal mekanı devlete ait mekan olarak algılar. Bu algı kamusal mekanla ilgili her türlü değişim/dönüşüm/değişmeme/dönüşmeme/yapım/yıkım gibi müdahaleler karşısında tehlikeli bir sessizlikle karşılık bulur. ‘Kamu’, ‘kamusallık’ kelimelerini sosyal bilimler kadar çok kullanan mimarlar, kamusal mekanın dönüşümüyle ilgili konularda ya tepkisiz kalırlar, ya da dönüşümle ilgili her hangi bir karar yetkisi kendilerine verildiğinde, mesleki deformasyonla ‘büyük ölçekli’ müdahale yöntemiyle konuyu ele alırlar. Devlete ait alan algısı/korkusu beraberinde sahipsizliği getirir. Buna örnek olarak Lütfü Kırdar’ın Henri Prost’a tasarlattığı Taksim meydanı ve gezi parkı verilebilir. Tekar Tanyeli’den alıntı yapmak gerekirse “Bir numaralı park, daha yapımı tamamlanmadan ‘aşındırılacaktır’ once Taksim belediye gazinosu, ardından tennis eskrim ve dağcılık klübü, sonra Hilton oteli, Sheraton(Bugün Ceylan Oteli) Oteli, Taksim belediye dükkanları ve evlendirme dairesi, Hyatt Oteli gibi yapılar, kimileri yerini aldıkları öncekilerden daha iri kütleler olarak birbirlerinin yerinde konumlanarak parkı kemirip dururlar, her geçen gün parkta yeni inşaatlar yapılmakta, geçici olan strüktürler sürekliye dönüşmekte ve alan kamusal mekan statüsünü yitirmektedir.” (Tanyeli, 2005)