9 Mart 2008 Pazar

Ömer Kanıpak ile Söyleşi, 24 Şubat 2008

Bir süredir tartışılan bir konu olan kamusal alan ve kamusal mekan farkından söz etmek gerekirse, siz bu farkı nasıl yorumluyorsunuz?

Aslında bununla ilgili bir yorumdan çok okuduklarımın sonucundan bahsedebilirim; ‘kamusal alan’ Habermas’ın sözünü ettiği ‘public sphere’ olarak da çevrilen “Öffenlichkeit” kavramıyla ilişkili, ve mekansal bir durumdan çok kişilerin akıl yürüttükleri, tartıştıkları, daha soyut da olabilen araç,zaman ve mekan birlikteliği yani bir düşünce ortamı, kamuoyu diyebiliriz. Kamusal mekan ise, burası gibi , (moda çay bahçesi) her bireyin özgürce girebildiği kullanabildiği, henüz sınırları ve potansiyelleri tam tanımlanamamış ancak fiziki olarak tanımlanabilen (yani eni, boyu, yüksekliği, malzemesi, aydınlığı, karanlığı ile tanımlayabildiğimiz) bir mekan.

Kamusal alanın oluşumunda doğru kurgulanmış kamusal mekanların rolü çok büyük. Yani, farklı kişilerin bir arada bulunabileceği fiziki mekanlar ne kadar iyi tasarlanırsa farklı fikirlerin de ortaya çıkmasına o oranda olumlu katkı olacaktır. Bu tabii ki idealize edilmiş ve hiç bir zaman gerçekleşmeyecek bir söylem. Hiç bir mekan tüm farklılıklara ve fikirlere açık olamıyor. Ama kamusal mekanların tasarımında farklılığın ortaya çıkmasını esas motivasyon olarak kullanan ve bunu bir potansiyel değer olarak gören tasarımlar başarılı kamusal mekanlar olarak önümüzde duruyor. Örneğin Pompidou Center’ın önündeki boşluk. Sade bir eğimden oluşan basit bir boşluk ama o kadar iyi işliyor ki, ilk akla gelen örnek olabiliyor.

Türkiye’de kamusal mekan 1980’lere kadar sözü bile edilmeyen bir kavram, daha da öncesine gidersek Osmanlı’da kamusal mekandan söz etmek mümkün mü?

Bu konuda fazla bilgim olmasa da, Osmanlı da pazarlar, çeşmeler, kahveler, avlular ve bahçelerden kamusal mekan olarak söz edebiliriz herhalde. Tabii ki bu alanlar salt bu amaç uğruna tasarlanıp inşa edilmiş değil ve o zamanlarda da “kamusal alan” gibi bir kavram olmasa da insanların karşılaştığı, tartıştığı, konuştuğu birbirleri ile ilişkiye geçtiği alanlar buralardı daha çok.

Ama tabii meydanlardan söz edemeyiz heralde?

Evet, aslında meydanlardan bugün bile Türkiye’de de söz etmek çok mümkün değil, meydan dediğimiz yerler, Taksim meydanı, Beşiktaş meydanı, Kadıköy meydanı gibi daha çok düğüm noktaları ya da kavşaklar, belki Beyazıt Meydanını meydandan sayabiliriz. Her ne kadar basın sayesinde deyim olarak dilimize “Meydanlara çıkmak” gibi birşey yerleşmiş olsa da bugün bu deyimin kullanıldığı etkinlikler (miting olsun, gösteri olsun) aslında hep kavşaklarda yapılıyor. İşte, Çağlayan meydanında falanca mitingi oluyor, ya da Taksim’de şu grup gösteri yapıyor yürüyor deniyor. Çağlayan da, Taksim de, Kadıköy de, hepsi bunların trafik düğüm noktaları, kavşak aslında. Trafiğe kapattığınız anda meydan amacı ile kullanılan tasarlanmamış boşluklar. Bugün İstanbul’un en önemli meydanı dediğimiz Taksim aslında etrafından araçların ve yayaların dolaştığı birbirinden kopuk boşluklar aslında, meydan değil.


Yani Avrupadaki gibi tasarlanmış meydanlarımız yok aslında?


Aslında Avrupada da tasarlanmış değil meydanlar Katedrallerin önleri gibi yerler daha iyi düzenlenip meydanlaşmışlar, belki Roma biraz farklıdır.

Peki Türkiye’de en çok kullandığımız kamusal mekanlar nereleri sizce?

Alışveriş merkezleri herhalde, en çok onlar kullanılıyor (sadece erkek nüfusa hitap etse de kahveleri saymak da mümkün belki, hala aynı oranda kullanılıyor mu bilmiyorum aslında). Ama tabi alışveriş merkezine gidebilmen için paran olması gerekli böyle bir kod var, kamusal mekanlarda bu şekilde kodlar hep var, mesela stadyuma gitmek için taraftar olmak, pazara gitmek için yine paranın olması gibi. Hepsi birbirinden farklı ayrışmaya neden olan farklı kodlara sahip. Bir semt pazarına girerken gerekli kod ile alışveriş merkezine girerken senden beklenen kod farklı. Hatta alışveriş merkezleri arasında bile bu kodlar farklı, ne bileyim Ümraniye Carrefour’a girerken ile Nişantaşı Cities’e girerken farklı davranman farklı giyinmen farklı harcaman bekleniyor.

Alışveriş merkezlerinin bu kadar iştahlı bir şekilde tercih edilmesinin nedeni herhalde bu amaçlar için tasarlanmış başka açık veya kapalı mekanların yoksunluğundan kaynaklanıyor. En ücra semtte en kötü tasarlanmış bir alışveriş merkezinde bile Türkiye’de yaşayan büyük bir kesimin alışık olmadığı bir mekansal kalite var. Malzemesinden tutun da otopark düzenine, aydınlatmasından oturma banklarına dek iyi kötü bir ihtimam söz konusu. Elbette bunun ardında yatan asıl gerekçe harcama süresini ve miktarını artırmak ama bu niyetin yan etkisi olarak bu mekanlar bir anda kamusal mekan haline geliveriyorlar.

Bir de Karayolları, Türkiye’ye özgü bir şekilde kamusal mekanlar bence. Dünyada herhalde sadece Türkiye’deki karayollarında “yanyol” denen bir oluşum var. Daha karayolu inşaatı bitmeden hızı daha düşük bir yol sistemi kuruluyor ki, bu hızlı otoyol yanındaki arazileri beslesin. Otoyolun hemen kenarında işmerkezleri, hastaneler, konutlar oluşuyor, hatta insanlar karayolunun kenarında piknik yapıyorlar. Burada tabi ‘seyir’ eyleminin kamusal mekanda ne kadar önemli olduğunu hatırlamak lazım. Karayolu aslında seyredilen de biryer. Ama öte yandan karayolu sahiden de bireysel farklılıkların en az hissedildiği yer. Bu akışkan mekana dahil olabilmek için tek ihtiyacınız bir araç, ki bu da artık edinilmesi çok kolaylaşan bir nesne haline geldi. Öyle bir mekan kurgusu var ki karayollarında, en pahalı araç sahibi ile en uyduruk araç yolcuları hatta toplu taşıma araçları hemen hemen aynı hızda hareket eden, karayolu üzerindeki aynı tesisleri, işaretleri kullanan aynı kurallara uymak zorunda kalan bireyler olarak bu mekanın kullanıcıları oluyorlar. Eğer böyle bir derecelendirme yapmak mümkün olsa herhalde “En Kamusal Mekan” karayolları çıkardı günümüzde.



İstanbul’da kamusal mekan olarak ‘kıyı’ da önemli bir yer tutuyor bununla ilgili ne düşünüyorsunuz? Simla Sunay Özdemir ‘Mimarların İstanbul’u’ yazsında şöyle diyor,



- Bir meydan, dört yüzlü çeşmeler… Eşitliğin daha güzel mimari bir anlatımı olabilir mi? Yüz yüze bakabileceğimiz meydanlar yok İstanbul’da. Göz göze gelebileceğimiz. Ama İstanbul’un Central Park’ı olarak nitelenen Caddebostan’da yan yana koşabiliriz. Kıyılar bizim. Yaşasın özgürlük! Ancak önümdekinin sırtını görüyorum. Karşımdan gelene ise laf atamıyorum. Geçip gidiyor yanımdan. Dizi dizi dolgu kıyılarda “yalnızlığı yürüyoruz” İstanbul’da. Bu yüzden fikirlerimiz çarpışmıyor, örtüşmüyor hepsi aynı hızla, bir biri ardına akıyor, uçsuz bucaksız Bostancı sahilinde. “

Buna katiliyor musunuz?


Böyle bir kıyaslama ilk bakışta doğru gelse de Meydan diye mitleştirdiğimiz ve bir türlü nasıl bir mekan olduğunu deneyemediğimiz boşluklarda da Simla’nın “yüzyüze bakma” eyleminin gerçekleşeceğini pek sanmıyorum. Öyle olsa bile bu insanlar arasındaki iletişimi etkileşimi artırır mıydı şüpheliyim. İstanbul’da Central Park olmasa da çok yoğun kullanılan parklar var. Mesela Selamiçeşme parkı. Çok ilginç bir kullanıcı profili var bu parkın, sabahtan akşama dek İstanbul’un en yoğun kullanılan yeşil alanlarından biri. Ama hemen ilerisindeki Fenerbahçe-Bostancı sahil yolunun da benzeri bir profili var. Kıyının bir kamusal mekan olmadığına pek katılmıyorum. Aksine çarpışmalara imkan veren bir kamusal mekan olduğunu düşünüyorum, ve hatta içinde ‘piyasa’ kavramını barındırdığı için de güçlü. Kıyıların bu şekilde kullanılması özellikle İstanbul için müthiş bir şans. Benzer şekilde Paris’deki nehir kenarları da aynı amaçlarla kullanılır ve kamusal mekanlara en güzel örneklerden biridir. Murat Güvenç geçenlerde ‘piyasa’ nın nereden geldiğini şöyle anlatmıştı: İtalya’da kendi saraylarında hem oturan hem de yöneten soylu ve yönetici kesimin, saray veya derebeyi camiasının bir şekilde yaşama ve iş yapma fonksiyonlarını kentteki ayrı binalarda yürütmeye başlaması ile gelişen bir hareket oluşuyor kentte. Palazzo(konut görevini gören saray) ve Uffizi(ofisler, yanı çalışma mekanları) arasında sabah ve akşam bir yaya ve atlı trafiği oluşmaya başlıyor. Ve kent halkının o güne dek hiç alışık olmadığı bu hareket bir anda seyir etkinliğine yani piyasaya dönüşüyor. Bu yüzden kamusal mekanlarda aslında insanları bir araya getiren en temel motivasyonlardan biri olduğu için, “piyasa” da tasarım kriteri olarak algılanması gereken bir eylem.

Bazı kamusal mekanları isteyerek tercih ediyoruz, alışveriş merkezleri, piknik yerleri gibi, bir de mecburen içinde bulunduğumuz kamusal mekanlar var, otoparklar gibi, bunların arasından sorunlu bulduğunuz mekanlar nereleridir?

Bu daha çok kişisel cevabı hakeden bir soru, herkesin sorunlu bulduğu mekan farklı olabilir. Özellikle biz mimarlar mesleki deformasyonla birçok mekanı sorunlu bulabiliriz. Ama galiba benim sorunlu bulduğum mekanlar daha çok tasarlanmış olmakla ilgili, fazlası ile dikte eden mekanları sorunlu buluyorum ve o yüzden belki de otoparklar sana ilginç gelecek belki ama bence iyi kamusal mekanlar. İstediğim yere parkedebiliyorum, bana sadece arabamı parketmek için iki çizgi çekilmiş oluyor ama ben istersem bir üst kata veya daha ilerideki boşluğa da gidip parkedebilirim. Nötr ve benim seçme şansımın olduğu mekanlar bana daha sıcak geliyor. Biraz ters bir durum bu belki ama girişi koca bir saçakla belli edilmiş, cam bir kapı, karşısında yürüyen merdivenler, solda panoramik asönsörler filan olan pırıl pırıl bir alışveriş merkezinden çok daha iyi hissetiriyor beni bir otopark. Örneğin Taşkışla’yı ele alalım. Kışla olarak yapılmış, sonra bir ara hastane olarak kullanılmış şimdi de bir eğitim yapısı. İçinde atlı süvariler dolaşsın diye geniş merdivenler koca koridorlar şimdi pekala öğrencilerin sergi mekanı olabiliyor. Mimarlığı, mekan tasarımını bu kadar ciddiye almamak lazım belki de, bazen oluruna bırakmak, başka ihtimallere de açık olabilmek, tadında bırakmayı bilmek gerekli.Mesela sırf bu nedenlerden ötürü Santral İstanbul da başarılı bir örnek. Kişiye imkan tanıyan, daha boşluklu dikte etmeyen bir mekan tasarımı buluyorum burada. Farklı potansiyellere açık farklı köşelere sahip müthiş bir yer.

Peki o zaman şöyle diyebilir miyiz; “Modernizimde de sık sık karşımıza çıkan büyük ölçekli planlama ve tasarımlardansa daha çok küçük müdahalelerle tasarıma yaklaşmak, kamusal mekanı daha güçlü kılan bir durumdur” ?

Evet, herşeyi insanların adına tasarlamaktansa, onları yönlendirmeye çalışmaktansa boşlukları, özgürlük alanlarını tasarlamak daha önemli. Potansiyel ya da sorunlu görünen alanlarda da küçük müdahalelerle o mekanın dönüştürmek daha güçlü. Dönüştürmek de yanlış terim aslında böyle bakınca, dönüşmesine yol açacak bir hareket kazandırmak amaçlanmalı. Dönüşmesini istiyorsanız bunu mimar olarak siz değil orayı kullananlar yapmalı, mimar olarak siz sadece bu dönüşüme yardımcı olacak araçları oraya getirip koymalısınız.

Türkiye’de kamusal mekanın sahipsizliği bilinçli olarak tercih edilen bir devlet politikası olabilir mi? Çünkü eğer taksim örneğine bakarsak, 1940’da Lütfü Kırdar tarafından Henri Prost’a tasarlanmış olan meydan parça parça özelleşti ve değiştirildi, ve bu değişime kimse ses çıkarmadı, çünkü bildiğimiz gibi kamusal alan Türkiye’de devlete ait alan gibi algılanıyor?

Ne kadar olumsuz olsa da bu kadar akıllıca ve sinsice düşünen yönetim politikamız olduğunu, bu şekilde bir strateji belirlendiğini düşünmüyorum. Olan biten daha çok tecrübesizlik, beceriksizlik ve dikkafalılığın sonucu bence.

Kamusal mekanla ilgili olarak mimarın sorumluluğu sizce nedir?

Tüm alanlarda olduğundan çok farklı değil aslında. Kot farkları, insan ölçeği, malzeme seçimi, dikte etmekten uzak duruşu gibi konular önemli.

Geçen gün belediyelerin inşa ettiği Kartal, Tuzla, Ümraniye gibi kültür merkezlerini dolaştık. Bu merkezlerin cephesinde kullanılan granit cam malzemeler, girişteki heybetli, insan ölçeğinden uzak durum, giriş kapısına bir a4 kağıt parçasına “giriş” diye yazmalarını gerektiriyor. Yine de insanları ürküten bir kültür merkezi olmaktan kurtarmıyor bu koca binaları, hepsi bomboş.

Mesela Gezi Parkı’ndaki kot farkı, oradaki merdivenler veya etrafındaki parmaklıklar, parkı kullanılmaz hale getiren nedenlerden birine dönüşüyor. Aynı şekilde Milli Reasürans binası. Nişantaşı’ndaki yüksek dar koridor mekanı gibi bir caddede bir ferahlama duygusu uyandırıyor. Ancak ilginçtir, Şandor Hadi’nin eskizinde bu boşluk kaldırım ile aynı kotta iken, yapım aşamasında buraya üç dört basamaklı bir set yapılıyor. Dolayısı ile bir anda orası kullanılmayan sadece içinden geçilen bir mekana dönüşüyor. Bunda muhtemelen oranın kullanılmasını istemeyen yönetimin de payı vardır. Yaya Sergileri’nden birinde Fuat Şahinler bu problem dikkat çekmek için oraya devasa bir örümcek ağı yerleştirmişti.

Öte yandan AKM pek çok kez Taksim ile barışık olmayan, meydandan kopuk bir yapı olarak ifade ediliyor. Oysa önündeki ufak boşluk ve iki basamak aşağıda olması, o bir sıra yeşil bitki sırası bu boşluğu bir anda sahiplenilen bir mekana dönüştürüyor bence. Şöyle düşünelim, o alanın kaldırım ile aynı seviyede olduğunu ve yeşil çalılarla ayrılmadığını farzedelim. Orasının servis otobüsleri ile taksilerle anında dolacağını görebiliriz. Peki bu alan bu hali ile yeterince kamusal kullanıma açık mı, daha iyisi olamaz mı? Olur, mesela bekleyen insanlar için oturma setleri yapılabilirdi, güneşten korumak için daha çok gölge veren bir iki ağaç dikilebilirdi. Küçük müdahale derken bunlar kastediliyor. Yoksa koca mekanın baştan aşağı malzemelerinin değişmesi, yeni gergi sistemli saçaklar, süs havuzları, sofistike oturma bankları yapmak değil.

Peki kamusal mekanların müdahale edilebilirliğini sorgulamak da mimarın sorumluluğu dahilinde mi sizce?

Evet tabi ki. Biraz durumdan görev çıkartmak gerekiyor. Öyle çok kaçan imkan var ki, görmesini bilmek lazım.

Türkiye’de bir de devlet ve özel sektörün kamu için yaptığı yapılar arasında gözle görülür bir fark var, ve bunu mesela müzelerle örnekleyebiliriz bununla ilgili ne düşünüyorsunuz?

Müzeler bu soru için en masum örnekler kalıyor. Özel sektörün yaptığı kamu kullanımına açık mekanların da hepsi müthiş başarılı demek yanlış olur. Devlette bir dikkafalı tutum, dediğim dedik, “bu en iyi bu şekilde yapılır ve ben yaparım” tavrı var. Araştırmak, sormak, daha iyisi olabilir mi diye bunu tartışmaya açmak gibi bir gelenek yok. Özel sektörde ise beceriksizlik hakim. Tecrübeyi ancak yaparak kazanma anlayışı hakim. Yanlış yaparak öğreniyoruz.

1 yorum:

avs dedi ki...

kisa fakat oz soylesiyi yayimladigin icin tesekkurler.. ben de bu soylesiyi okurken kafamda beliren bazi noktalara deginmek istiyorum. kiliselerin onunde meydan var ve sonra da agoralar olusuor.. yani insanlar ibadet icin gittikleri yerde hemen bir tuketim alani olusturuluyor..
kabeye tuccarlarin gelmesi de ayni mantik.. yani kamusal mekan dedigimiz sey tuketimden ayri pek de dusunulemiyor? hep bisiyleri tuketmek, sadece para deil, cesmede suyu, muzede sanati vb..
bir de otoparklar.. kamusal mi? yani herkese acik belki(para verdikten sonra) ama daha cok bir ara mekan deiller mi? yani vakit gecirilmiyor, hicbisi tuketilmior, zaman bile??